Herbst Chapter 8
The Politics of Migration and Citizenship
(review provided by Cemre Kumla and Emine Koroglu)
Coğrafi olarak
Sahra Çölü sırasında ve aşağısında konumlanmış Afrika ülkelerine yönelik bir
araştırmanın Göç ve Vatandaşlık başlığının siyasi bir incelemesini paylaşacağız
sizlerle. Jeffrey Herbts’in bu incelemesini sizlerle paylaşırken odak
noktalarımız Afrika kıtasındaki göç ve vatandaşlık kavramlarının hem mikro hem
de makro incelemeleri üzerinde olacak. Afrika ülkelerinin ve toplumlarının
geçtiği tarihi süreç, jeopolitik bağlamları ve dünya ülkeleri ile Afrika
ülkeleri arasındaki kıyaslamalar bu serüvenimizdeki yolumuzu çizecek.
A: İstersen “vatandaşlık” kavramından ve bunun hukuki
boyutlarının neler olduğundan başlayalım? Biliyoruz ki Avrupa ve Afrika için bu
kavram farklı şeyler ifade ediyor. Afrika ülkeleri için vatandaşlığın ayırt
edici özellikleri nelerdir diyebiliriz?
B: Vatandaşlık kavramından bahsettiğimiz zaman bu kavramın
hukuki bir boyutunun yanında duygusal bir boyutu da olduğunu unutmamak
gerekiyor. Fakat Afrika kıtasında bu duygusal boyutun gözlem ve ölçümleri gibi
durumlar mümkün olmadığından hukuki boyutuna odaklanmak durumunda kalıyoruz.
Vatandaşlığın ne olduğunu anlamak için kanunları incelememiz gerekiyor
yani.
A: Peki bu kavram nasıl ortaya çıktı? Kanunlarda nasıl yer
edindi?
B: Bildiğimiz üzere, 1960’larda bağımsızlaşma hareketleri
ortaya çıktı ve Afrika kıtası dekolonizasyon sürecini başlattı. Bağımsızlık
süreci ile Afrika’ya giren vatandaşlık kavramı devrimci bir kavram olarak
yorumlanıyor bugün. Bu da bağımsızlık süreci ile beraber keskin hatlar kazanan
sınırlar ile direkt bağlantılı. Ülkeler çizilmiş keskin sınırları içinde
egemenliklerini ilan etmek ve egemenliklerinin mutlak olduğunu kanıtlamak
çabası içindeler. Bu da bu sınırlar içindeki insanlara bir aitlik yaratmak ile
mümkün.
A: Egemenlik kavramı ile sınırlar arasında direkt bağlantı
bariz oldu. Peki Avrupa vatandaşlığı ile Afrika vatandaşlığı arasındaki
farklardan bahsetmek istesek? Akla neler geliyor?
B: Avrupa vatandaşlığı, ulusal bir geçmişe dayanan ve
belirli bir tarihsel konjonktürde güçlendirilen ulusa dayalı bir vatandaşlık
tanımı. Bu kavram uluslararası örgütlerin uluslararası insan hakları ve
sorumlulukları gibi kavramların Avrupa ülkelerine “dayatılması” ile ulusal
boyuttan Avrupa boyutuna da taşınıyor. Fransız vatandaşlığına ek olarak Avrupa
vatandaşlığı da yaratılıyor yani. Zamanla Avrupa ülkeleri egemenlikleri
konusunda kendilerini daha emin hissettikleri için ulusal vatandaşlık kavramına
verdikleri önemi azaltmaya başlıyorlar diyebiliriz. Bugün özellikle Batı Avrupa
ülkeleri, kendi vatandaşlarına sağladıkları insan haklarını ülkede ikamet eden
diğer gruplara da sağlıyorlar. Afrika ülkelerinin farkı bu noktada çok belirgin
oluyor. Egemenliğe çok büyük önem veren ülkeler, ülke üstü örgütlerin
kurallarına maruz kalarak egemenliklerinin azalacak olması ihtimalini kabul
etmiyorlar. Vatandaşlık kavramının bu ülke üstü örgütler boyutu haricinde,
ulusallığa da dayanabileceği bir geçmişe sahip olmamaları da önemli.
A: Yani buradan şunu anlayabiliyoruz, Avrupa ülkelerinin
aksine Afrika ülkelerinde tarihsel bir konjonktür bulunmadığı için Afrika
ülkelerinin vatandaşlığı ülkenin sınırları içinde bulunmaya dayanıyor. Fakat
eminim ki bu sınırların etkisinin çok da kuvvetli olmadıklarını söyleyebiliriz.
Sonuçta bahsi geçen sınırlar çok yeni ve kolonici devletler tarafından
çizilmişler. Etnik kökene dayalı beraberliğin de milli vatandaşlık kadar önemli
olduğunu hatta bazen daha belirgin olduğunu söyleyebilir miyiz?
B: Etnik kökene dayalı beraberliğin önemini göz ardı
edemeyiz fakat kanunlarda yer alan bir şey değil. Daha önce de söylediğimiz
gibi vatandaşlığın duygusal bağlamı üzerinde çok bir bilgimiz yok. Fakat
kanunlarla düzenlenmiş bir vatandaşlık anlayışını gözlemliyoruz. Sınırlar
içinde var olmak da vatandaş olacağınızın garantisi olmuyor tabi ki her zaman. Etnik
kimlik ve bir ülke sınırı içinde yaşamak çok ilginç bir ikililik yaratıyor tabi
ki.
A: Sanırım Jus Soli ve Jus Sanguinis
kavramlarından bahsetmeye hazırlanıyorsun. Avrupa’dan çıkmış bu kavramların
kolonicileri tarafından Afrikalı ülkelere de dayatılmış olması beklendik fakat
ilginç bir konu olarak çıkıyor karşımıza. İstersen bunların ne anlam ifade
ettiğini açıkladıktan sonra Afrika ülkeleri bazında konuşalım.
B: Tabi ki. Jus Soli 17. Yüzyıl İngiltere’sinde
ortaya çıkıyor. Ülke sınırları içerisinde doğmuş her kişinin o ülkenin
vatandaşlığını alma hakkı olduğunu ifade ediyor. Jus Sanguinis ise
vatandaşlık ve milliyet kavramının ebeveyn üzerinden aktarıldığını savunan ve
doğan kişinin ebeveynlerinin milliyetini taşımasını savunan görüş. Jus
Sanguinis kavramının yarattığı milliyetçiliğin daha ayırt edici olduğu ve
doğum yeri ile bir milliyete dahil olmanın mümkün kılınmadığı aşikâr. Bu iki
vatandaşlık kavramının uygulanması, uygulayan ülkenin sosyo-politik tavrını da
belirgin kılıyor. Özellikle Amerika’nın Jus Soli vatandaşlık uygulaması
çok sorgulanırken, Jus Sanguinis uygulamaların aslında daha problematik
olduğunu söylebiliriz. İsrail, Macaristan gibi ülkelerde bu uygulama aynı etnik
kökendeki birçok kişinin diasporaya katılması adına bir fırsat olarak
görülürken, Dünya’da birçok kişinin de sınırları içinde yaşadığı devletin
vatandaşı olamamasına, yani devletsiz bir konumda bırakılmasına sebep
olabiliyor. Örneğin Malezya ve Endonezya sınırları içinde yaşayan binlerce
etnik Çinli, devletlerin vatandaşlık kriterlerine uymadıkları için coğrafi
anlamda olmasa da legal anlamda toplumun dışında bırakılıyor.
A: Afrika ülkelerinden 14’ünün Jus Soli 26’sının ise
Jus Sanguinis vatandaşlık kavramlarını kullandığı verisine ulaşıyoruz
Herbst’ün verilerinden. Aynı zamanda kolonicilerinin bu konudaki tercihini
devam ettiren ve devam ettirmeyenler olarak ayrılıyorlar. Çoğunlukla Jus Soli
geleneğine sahip olan devletlerin yine Jus Soli uygulamasında bulunan
İngiltere’nin, Jus Sanguinis uygulamasına bağlı olan ülkelerin ise Jus
Sanguinis vatandaşlığa sahip Fransa’nın eski kolonileri olduğunu görüyoruz.
Vatandaşlık kavramının taşıdığı bu çoklu anlamları pekiştirmek adına Afrika’nın
tarihi ve geleneklerinden bahsetmek de çok önemli tabi ki. Bunlardan
bahsetmenin yanında birkaç ülke özelinde de örneklerle detaylandırabiliriz
umarım.
B: Evet bu bağlamlar içinde örnekler vermek ve tarihe
odaklanmak işimizi kolaylaştırır. Afrika kıtasının geleneksel coğrafi yerleşim
ve aidiyet duygusu göçmen yaşamdı. Afrikalı toplumlar beğenmedikleri
liderlerinden kaça şansına sahiptiler ve Herbts’in kelimeleriyle; ayakları ile
oy verirlerdi. Memnuniyet duymadıkları toplumsal birlikteliklerden ayrılmak ve
yeni bir topluluk içinde yaşamaya başlamak genel örgüydü. Kolonicilerin kıtaya
hâkim olması ile beraber bu özgürlük kısıtlandı ve Avrupalı normlar Afrika
topluluklarına dayatılmaya başlandı. Afrika topluluklarının sosyal
düzenlenişine uymayan Jus Soli ve Jus Sanguinis de bu dayatmalar
arasındadır ve iki kavram da Afrikalı toplulukların aidiyet anlayışına uygun
değildir. Bu tercihler, bu yüzden bugünün Afrika ülkeleri tarafından siyası
manevra olarak kullanılıyor veya kolonici geçmişlerinin devamı
niteliğindedir.
A: Afrika ülkeleri demeyi bir süre kesip ülke özelinde
devam edelim o zaman. Anlattıklarından sonra aklıma Zambiya, Gana, Uganda ve
Nijerya örnekleri geliyor. Kanunlarla düzenlenen vatandaşlık diye anlattık hep,
şimdi de kanunların kişisel çıkarlar uğruna değişimlerine geldi konu. 96
senesinde Zambiya parlamentosu Kenneth Kaunda’nın başkan olmasını engellemek
amacıyla Kaunda’yı “yabancı” ilan etti. Kaunda Zambiya sınırları içinde
doğmasına rağmen ailesi Malawi’li olduğu gerekçesiyle vatandaşlık hakkını
kaybetmişti. 80 senesinde “yabancı” ilan edilen Alhaji Shugaba ise Nijerya
vatandaşlığını babasının Nijerya doğumlu olmaması sebebiyle kaybetmişti. İlginç
olansa, Shugaba’nın babasının doğduğu tarihte Nijerya diye bir ülkenin
olmaması. Shugaba sonrasında annesinin kökenini öne çıkararak vatandaşlığını
geri aldı. Buna rağmen, Afrika ülkelerinde vatandaşlık kanununun siyasi
manipülasyon amacıyla değiştirilebiliyor oluşu da çok ilgi çekici bir durum.
B: Evet haklısın. Bu durum siyasi liderlerin liderliklerini
muhafaza etmek için ne kadar ileri gidebileceklerini ve Jus Sanguinis vatandaşlık
politikalarının oluşturabileceği tehlikeleri bir kez daha gözler önüne sürüyor
diyebiliriz.
A: Afrika ülkelerinden bahsetmeye başlamışken ülkelerin ve
liderlerin vatandaşlık üzerindeki tercihlerinin aynı zamanda ülkenin
coğrafyasıyla da ilişkili olduğunu unutmamak lazım. Birçok Afrika ülkesinde
toplumlar politik merkezden uzak ve dağınık bir hayat sürüyor. Toplumun
çoğunluğu ise tabi ki politik merkezde yoğunlaşmış durumda. Demografik
gerçeklik vatandaşlık kavramı üzerinde etkili olmak zorunda, dağınık bir nüfusa
sahip olunan ülkelerde vatandaşlığın Jus Soli ile sağlanmasının daha
uygun bir seçenek olduğunu söyleyebiliriz. Nüfusun dağınık olduğu bu
coğrafyalarda, devletin hakimiyet sağlaması çeşitli altyapı sebepleriyle
oldukça zor. Bu ülkelerde politik merkezden uzakta bulunan kesimin çoğunlukla
farklı etnik gruplardan geldiğini de düşünürsek, vatandaşlığın doğum yeri
dışında başka bir kritere bağlı olması bu grupları kontrol altına almayı
zorlaştırabilir. Demografik dağılımın daha iyi olduğu ülkelerde ise etnik
homojenite nispeten daha fazla olduğundan Jus Sanguinis uygulamaların
bir milli kimlik yaratma stratejisi için kullanılabileceğini söyleyebiliriz.
B: Yine de vatandaşlık kriterlerinin belirlenmesi konusunda
koloni deneyiminin demografik durumdan daha etkili olduğunu söylemek yanlış
olmaz diyebilir miyiz?
A: Kesinlikle.
B: O halde bu noktada göç konusuna da değinmemiz
gerektiğini düşünüyorum. Afrika koloni dönemi öncesine bakıldığında kitlesel
göçlerin yaygın olduğu bir kıtaydı. Zamanla devlet hakimiyetini artırmak adına
daha keskin sınırların belirlenmesi ve bu sınırlar içinde vatandaşlıkların
oluşmasıyla göç hareketleri kısıtlanmaya başlandı. Bu süreçten bahsedebilir
miyiz?
A: Afrika hala yoğun anlamda göç trafiğinin yaşandığı bir
kıta diyebiliriz. Daha önce de söylediğimiz gibi kitle göçleri Afrika’da bir
nevi politik tercihi yansıtmaktaydı. Vatandaşlık anlayışının da günümüzden
farklı olduğu zamanlarda, politik liderlerinden memnun olmayan kitleler yer
değiştirme imkanına sahipti. Bu durum kolonilerden bağımsızlaşma sürecinde
değişti. Ülkeler egemenliklerini pekiştirmek adına hem kesin sınırlar çizmek
hem de bu sınırlar içinde vatandaşlık bağları oluşturma yoluna gittiler.
Dolayısıyla ülkenin vatandaşı olmayan birçok yabancı sınırların dışında kaldı
ya da yasal olarak sınır dışı edildi. 1983 yılında Nijerya’nın 3 milyon
yabancıyı sınır dışı etmesi vatandaşlık hakkına sahip olmayan grupların ne
kadar savunmasız olduğunu gözler önüne serdi.
B: Afrika, bugün mülteci sayısının en fazla olduğu kıta olarak
karşımıza çıkmakta. Bu sayının fazlalılığı hala politik memnuniyetsizliğin yer
değiştirme opsiyonu kullanılarak ifade edildiğinin bir göstergesi diyebilir
miyiz?
A: Elbette. Fakat artık yer değiştiren bu kitleler yeni bir
ülkede yerleşme fırsatına çoğunlukla sahip değiller. Çoğu ülke mültecilerin
vatandaşı oldukları ülkenin sınırlarına geri döneceğini düşünmekte. Bu durum da
ülkelerin sınırlarında kalabalık mülteci kampları oluşmasına sebep olmakta
diyebiliriz. Bir de Afrika’daki göçlerin politik göçlerden ekonomik göçlere
evrildiğini de eklememiz gerek.
B: Ekonomik göçlerden söz açmışken büyük şehirlere artan
göçlere de değinmek istiyorum. Afrika’nın oldukça yüksek bir kentleşme oranına
sahip olduğunu verilerde görebiliyoruz. Kentlerdeki ekonomik gelişmelerin
kırsala göre çok yüksek olması kente göç talebini artıran bir faktör. Bu
konuyla ilgili neler söyleyebiliriz?
A: Afrika’da demografik olarak dağınık yapıda ülke sayısı
oldukça fazla.Yeterli altyapının sağlanmaması ve devlet hakimiyetinin büyük
kentlerde yoğunlaşmış olması kırsal kesimle kentler arasında ciddi ekonomik
farklılıklara da sebep oluyor. Bu ekonomik farklılıklar da kente yoğun göçle
sonuçlanıyor. Kent nüfusunun artmasının getirdiği problemlerden ziyade devlet
hakimiyetini artırması hususundan bahsetmek istiyorum. Büyük kentlerin aynı
zamanda politik merkezler de olması sebebiyle göç eden nüfus devlet güçleriyle
daha yakın temasa giriyor. Bu da devletlere kırsala altyapı yatırımlarında
bulunmadan otoritelerini artırma fırsatı sağlıyor. Yani devlet hakimiyetini
sağlamlaştırmak için başka bir yol olarak görülüyor.
B: Evet,
aslına bakarsan bugün bahsettiğimiz vatandaşlık kanunları, devlet sınırlarını
korumaya verilen önem, göçlerin değişen yapısı, demografik farklılıklar ve daha
birçok şey Afrika’da devletlerin bütünlüklerini korumak ve egemenliklerini
pekiştirmek için kullandıkları şeyler. Bu hususta ne kadar başarılı oldukları
ve politikaların uygulanma biçimi tartışılır ama kesinlikle üzerinde durulması,
incelenmesi gereken bir konu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder