Herbst Chapter 7
Afrika’da Devletler ve Güç
(review provided by Mahmutcan
Bodrumlu and Aysen Yaman)
Yedinci Bölüm: Afrika Sahası Parası
Kitabın bu bölümünde Afrika’da
devlet konsolidasyonu kavramı ülkelerin kendi para birimleri üzerindeki
egemenliği ile ilişkisi bakımından incelenmiştir. Bu bölümde para biriminin
evrimi, bölgesel ve uluslararası ekonomilerden farklı özelliklerinden ötürü 20.
yüzyıl Batı Afrikası dikkate alınarak incelenmektedir.
Her ne kadar para birimi üzerindeki
güç ulus devlet anlayışından doğan egemenlik prensibi ile örtüşse de gerçekte
Batı Afrika’da durum daha farklıydı. Gerçekte devletler para biriminin
değersizleştirilmesi kararını alabilirken onu uygulamaya sokma yetkisinden
mahrumdular. Bununla beraber, para birimi üzerindeki egemenlik Afrika
ekonomilerine güç sağlamak yerine felaketlere yol açan kararlar almalarına
neden olmuştur. Bu devletler ancak para birimi üzerindeki kontrollerinin bir
kısmından vazgeçtiklerinde güç kazanabildiler.
Devlet konsolidasyonunu analiz
ederken para birimi ve döviz politikalarını anlamak birkaç konu nedeniyle önem
arz ediyor: (1) Para biriminin kırsal bölgeler tarafından kabul edilmesi
merkezi otoritenin genişlediğinin birkaç işaretinden biridir. Merkezi güç bu
yolla sağlamlaşabileceği gibi para biriminin başarısız entegrasyonu devlete
olan güveni büyük ölçüde sarsabilir. (2) İş dünyası ve Afrika devletleri
arasında para arzı üzerinde kontrol rekabetinden doğan anlaşmazlıklar ve iş
dünyasındaki varlık değeri kaybı korkusundan kaynaklanan çatışmalar
bahsedilmesi gereken bir diğer konu. (3) Döviz kurunun yükselmesi ihracatçı
konumundaki kırsal halkı olumsuz etkilerken tüketici ve ithalatçı konumundaki
kentsel halka çıkar sağlamaktadır. (4) Son olarak, döviz politikası Afrika
ülkelerinin dünya ekonomisine nasıl daha fazla veya daha az entegre hale
geldiğini anlamak için önem arz etmektedir.
20. yüzyılın başlarında Batı
Afrika’nın birçok ülkesi sömürgeci para birimlerini kullanmaya başladı. Bu
durum bazı tartışmaları beraberinde getirdi. Örneğin, İngiliz gümüş parasının
madeni değeri nominal değerinin yarısına tekabül ediyordu. Bu şekilde sömürge
güçleri, senyoraj yani paranın üretim maliyeti ile üzerinde yazılı değer
arasındaki fark sayesinde “karlarını” talep ediyorlardı. Dahası İngiliz sömürge
otoriteleri senyoraj üzerinden sağlanacak karı arttırmak için Batı Afrika’da
ayrı ve tek bir para birimi kullanılmasını önerdiler. Bu amaçla 1899’da Sir
David Barbour’ın liderliğinde Barbour Raporu adıyla bilinen bir rapor
hazırlandı. Ancak raporda önerilenler hem bölgedeki tüccarların çıkarlarıyla
hem de Sömürge Komitesi’nin fikirleri uyuşmuyordu. Sonuç olarak raporda
önerilenler uygulamaya koyulmadı.
Bununla birlikte, Barbour Komitesi
Raporu'ndan sonra, Batı Afrika'ya giden gümüş miktarı artmaya devam etti ve
gümüşteki artış, Sömürge Ofisinin ayrı bir Batı Afrika para birimi oluşturma
konusunda daha hevesli olmasına neden oldu. Bir süre sonra bu durum Sömürge
Hazinesi’ni endişelendirmeye başladı. 1886-1890 döneminde Batı Afrika’dan çıkan
sterlin bütünün yalnızca yüzde 2'sini oluştururken, diğer bölgelerde yüzde
21'ini ve İngiltere’de yüzde 77'sini oluşturmaktaydı. Yirmi bir yıl sonra,
1911'de, bu oranlar şu hali almıştı: işlenen sterlinin yüzde 37’si Batı
Afrika’dan, yüzde 12’si diğer bölgeler ve yüzde 51’i İngiltere’den geliyordu.
Aynı dönemde, yani 1911 yılında,
1900 yılında da olduğu gibi tüccarlar mevcut durumun bozulmamasından
yanaydılar. Batı Afrika’da sömürge para birimine geçişin ticareti
etkileyeceğinden ziyade sömürge yetkililerinin para birimine itibar
kaybettireceğinden endişeleniyorlardı. Endişeliydiler çünkü aralarında
hiyerarşik bir rekabetin de bulunduğu sömürge yetkilileri ile olan ilişkileri
Londra’daki hazine ile olan ilişkileri kadar sağlam değildi. Bu durumda gücün
Sömürge Yetkililerine geçmesi tüccarların dayanaklarını kaybetmesine neden
olabilirdi.
1912 yılına gelindiğinde, hazine
Batı Afrika’nın kendi parasını basıyor olmasının hazinenin “karını” olumsuz
etkileyeceğini düşündüğü için kolonilerin tarafını tuttu. Bu şekilde Emmott
Komitesi hem hazinenin hem de tüccarların çıkarlarını korumak için senyoraj
kaynaklı rezervlerle desteklenen yeni bir Batı Afrika para birimin oluşturulmasını
önerdi.
Nitekim bu öneri 1912’de hayata
geçirildi ve merkezi Londra’da olan Batı Afrika Döviz Kurulu kuruldu. Yönetim
kurulu, ilk önceliğinin hazine ve tüccarların endişelerini bir rezerv
tarafından desteklenen sağlam bir para birimi oluşturarak ortadan kaldırmak
olduğunu açıkça belirtti.
Yeni para biriminin kullanılmaya
başlanmasıyla Batı Afrika para birimi İngiliz pound’u dışında bir dövize
çevrilemez hale getirilmiş oldu. Bu şekilde bir Sterlin alanının kurulması,
İngiliz firmalarına anglofon Batı Afrika'da avantaj sağladı çünkü koloni para
birimini kendi para birimlerine otomatik olarak değiştirebilen tek şirket
onlardı.
Uyguladığı koruyucu rezerv
politikalarının aşırılığı ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında kolonilerin
ihracatında gerçekleşen patlama sayesinde Batı Afrika Döviz Kurulu’nun
Londra’daki merkezinde biriken rezervler iyice genişledi. Bu durum Afrika
bağımsızlık hareketi için de siyasi bir gündem haline geldi çünkü kendi
ülkelerinin ihracatları ile biriken rezervler o ülkelerin gelişimi için kullanılmıyordu.
Bağımsızlığına kavuşan çoğu Anglofon
Batı Afrika ülkesinin yaptığı ilk reformlardan biri kendi para birimlerini
oluşturup bu bölgesel paraların sterlinle bağını kopararak para arzını kontrol
altına almaktı. Bu şekilde döviz kurunu belirleme hakkını edinmeyi
hedeflediler. Bu durum aynı zamanda yeni kurulan devletler için siyasi
sınırlarını ekonomik bir gerçekliğe dayandırarak da belli etmelerini
kolaylaştırıyordu. Ancak para rejimlerini kontrol eden bağımsız bir aracı kurum
bulunmuyordu. Dolayısıyla yeni kurulan devletler mali ihtiyaçları çerçevesinde
para arzını etkileyebiliyorlardı. Bu durumdan en çok kırsal üreticiler ve bu
bölgede işlem yapan çok uluslu şirketler etkilendi.
1950 sonrasında Batı Afrika ülkeleri
sömürge döneminin aksine ilk defa mali açık vermeye başladılar. Bunun en önemli
nedenleri yürütülmeye çalışılan hırslı gelişim projelerinin harcamaları ve
ülkelerin ana gelirinin gümrük vergilerine ya da vergisiz gelirlere bağlı
olmasıydı. Paranın manipüle edilmesine yol açan bu durum yüzünden ödemeler
dengesi açık vermeye ve rezervler erimeye başladı. Dış rezervlerin azalmaya
başlamasıyla hükümetler ithalatın işleyişini kotalar ve lisanslarla düzenlemeye
başladı. Ancak bu da patronaj
fenomeninin doğmasına yani hükümete yakın politik grupların devlet himayesine
alınmasına neden oldu. Hükümetler tarafından himayeye alınanlar döviz satın
alma lisansı ve az bulunan ithal ürünlerin satış hakkı sayesinde muazzam kârlar
elde ettiler.
Mali ihtiyaçların giderilmesi için
para arzının artırılması, ithalatın kontrolü için idareye bel bağlanılması ve
döviz kurunun ayarlanmasında başarısız olunması gibi problemler bir süre sonra
Gana ve Nijerya gibi ülkelerde ulusal para birimlerinin aşırı değerlenmesine
yol açtı. Bunun sonucunda Batı Afrika’daki ülkelerin ihracatı çok dar bir
biçimde hammaddeyle kısıtlı kaldı. Ulusal paranın aşırı değerlenmesinden en çok
etkilenen gruplar yine kırsal üreticiler ve yabancı işletmeler oldu. Yabancı
işletmeler aynı yirminci yüzyılın başındaki tüccarların korktuğu gibi kur
kontrolleri ve çeşitli düzenlemeler yüzünden kârlarını ülkelerine taşıyamadılar
ya da yerel politikacı ve memurların insafına bırakıldılar. Patronaj siyaseti
Batı Afrika dışında merkezlenen çok uluslu şirketlerin bölgesel siyasi
pazarlıkların dışında kalmasına neden oldu. Bu şekilde ithalat lisansları
hükümete yakın şirketlere dağıtıldı. 60lar ve 80ler boyunca çokuluslu şirketler
önlerini açmak için sık sık rüşvete başvurdular. Ancak çokuluslu şirketlerin
gelirlerinin küçük bir kısmını Batı Afrika’daki işletmeler oluşturduğu için bu
bölgedeki pazar daha çok bölgesel elitlerin dövize erişim için yarıştıkları bir
alan haline geldi. Anglofon ülkelerinde çok uluslu şirketlere duyulan
antipatinin diğer nedenleri de bu ülkelerin yabancı şirketlerinin, emperyalizmin
ajanları olarak görülmeleriydı. Aynı zamanda Batı Afrika liderlerinin kendi
ülkelerinin yabancı şirketlere bağımlılığını azaltıp devletin rolünü arttırma
isteğiydi.
Daha önce değindiğim gibi paranın
aşırı değerlenmesinden etkilenen bir diğer grup ise kırsal üreticilerdi. Devlet
imkanları, daha küçük ancak merkeze yakın kentsel nüfus için kullanılıyordu. Bu
şekilde kırsal nüfus ihmal edildi. Geniş ve iletişimin kopuk olduğu topraklara
yayılan ve hükümet tarafından organize olmamaları için baskı gören kırsal
üreticiler bu süreçte politik bir güç olma imkanına da kavuşamadı.
Bu sırada ortak para birimleri olan
CFA frangını kullanmaya devam eden frankofon ülkeleri için anglofon
ülkelerindeki gerçekler çoğunlukla geçerli değildi. Anglofon ülkelerdeki düzenlemeleri
uygulamadıkları için bu ülkelere önemli derecede döviz akışı devam etmekteydi.
Bununla beraber, CFA frangı bölgesinde Fransa, para politikaları üzerinde güçlü
bir otorite sahibiydi. Bu yüzden ulusal bir para birimi olmayan, bağımlı bölge
devletleri sembolik olarak dahi politik ve ekonomik bağımsızlıklarını kazanmış
kabul edilmediler. Aynı zamanda anglofon komşularına göre çok daha fakir ve dış
yardımlara bağlıydılar. Dolayısıyla Fransa’nın dış yardımlar üzerinden
geliştirdiği politikalar tarafından yönlendirilmeye devam ettiler. Tüm bunlara
rağmen para arzı Fransız hazinesinin kontrolü altında bulunan frankofon
ülkelerinde diğer Batı Afrika ülkelerine nazaran 1980’lere kadar daha
istikrarlı bir ekonomik ilerleyiş gözlendi. Ancak 80’lerin ortasına doğru CFA
frangı aşırı değer kazanmaya başladı ve bu, basitçe, 80’ler ve 90’larda
frankofon Afrikalıların giderek fakirleşmesi anlamına geliyordu. 1994 yılındaki
devalüasyona kadar bu trend devam etti.
80ler boyunca özellikle uluslararası
organizasyonların baskıları yüzünden birçok Afrika ülkesi devalüasyon uygulamak
zorunda kaldı. IMF'nin reform baskısı sonucunda Gana ve Nijerya kambiyo
işlemlerinin yapısını değiştirecek adımlar attılar. Bunun sonucunda 90’ların
ortasına doğru istikrarsızlığın önemli belirtilerinden biri olarak görülen
döviz karaborsası çoğu ülkede neredeyse yok olacak duruma geldi.
Para politikaları ve devlet
konsolidasyonu arasındaki ilişkiyi incelersek karşımıza ilk önce kullanılan
para biriminin ülkeleri uluslararası arenada nasıl bir konuma getirdiği konusu
çıkar. 18 ve 19. yüzyıllarda sömürgecilerle ortak para birimini kullanan Batı
Afrika ülkeleri küresel ekonomiye en çok entegre oldukları dönemi yaşadılar.
Ancak Batı Afrika Para Kurumu’nun kurulması ve ardından bir sterlin bölgesinin yaratılması
Batı Afrika ülkeleri ve dünya ekonomisi arasında bir duvar örmeye başladı.
Post-kolonyal dönemdeki liderler ise kasıtlı olarak çokuluslu şirketlere karşı
uyguladıkları politikalarla bu ayrılmayı beslediler. Frankofon ülkelerde ise
CFA frangının yarattığı bariyer Fransa tarafından post-kolonyal dönem de dahil
olmak üzere bölgede kendi etkisini artırıp diğer aktöreleri buradan uzak tutmak
amacıyla kullanılmıştır.
İç politikada ise önemli bir çelişki
devam ediyordu: kambiyo siyaseti kentsel merkezdeki nüfus üzerinden
yürütülürken aslında hükümetler, döviz işlemlerinde çok uluslu şirketler ve
kırsal üreticilere bağlıydı. Ancak bu bağlılık durumundan ne çokuluslu
şirketler ne de kırsal üreticiler pozitif bir sonuç aldı. Bu durum şirketleri
bölgesel marketi terk etmeye kırsal üreticiler de kaçakçılığa başvurmaya
itmişti.
Kısaca toparlamak gerekirse, Batı
Afrika’da, 20. yüzyılın başında bağımsız bir kurumun kontrolünde ulusal para
birimleri kurulamadı. Herbst’e göre bu, bölgenin para politikalarının devletler
tarafından manipüle edilebileceğine işaret ediyordu. Aynı zamanda dönemin
tüccarlarının yaşadıkları korkular da post-kolonyal dönemde çok uluslu
şirketlerin yaşadığı problemler incelenirse yine anlamlı gelecektir. Ulusal bir
para biriminin yeni kurulan devletlerin bağımsızlık sembolü olacağı konusu ise
yaşanılan devamlı krizler nedeni ile trajik bir hâl almıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder